LİZBON’DA NE OLDU?
1755 Büyük Lizbon Depremi, 1 Kasım 1755 günü saat 9.40'ta meydana gelmiştir. Tarihteki en yıkıcı depremlerden biri olan bu depremde toplamda 60.000 ila 100.000 kişi arasında ölüm gerçekleştiği söylenmiştir. Depremi, bir tsunami ve kentin pek çok yerinde baş gösteren yangınlar takip etmiş ve böylece o dönemde Avrupa'nın en büyük dördüncü şehri olan Lizbon'un neredeyse tüm yerleşim alanları kullanılamaz hale gelmiştir. Döneminin en büyük felaketi olarak kabul edilmiştir.
Lizbon'un nüfusunun o sıralarda yaklaşık 200 bin kişi olduğu ve bunun 30 bin ilâ 40 bin civarında kısmının depremde can verdiği hesaplanmaktadır. Depremin yol açtığı bina yıkımının dışında, sebep olduğu yangınlar ve tsunamiden dolayı da Portekiz’de, İspanya’da ve Fas başta olmak üzere toplamda diğer yerlerde de 50 bin civarında insanın öldüğünü tahmin edilmektedir.
DEPREMİN YIKTIKLARI
Lizbon depremi sadece binaları yıkmakla kalmayıp birçok inanca da zarar vermiştir.
Avrupa tarihinde hem teolojik hem felsefi hem de doğa bilimleri açısından bir dönüm noktasını ifade etmektedir.
Avrupalılar Lizbon’da gayet güzel bir Dünya hayatı yaşıyorlardı hatta Lizbon ‘un Dünya’nın yaşanılacak en güzel yeri olduğu inancı dahi vardı. Beklemedikleri bir anda başlarına böyle bir bela geldi. Bu belanın kendi elleri ile yaptıkları hataların sonucu olduğunu anlayamadılar.
“Size isabet eden her musibet, (ancak) ellerinizin kazandığı dolayısıyladır. (Allah,) Çoğunu da affeder.” (Şura Suresi, 30. Ayet)
Asıl yapmaları gereken, toplum olarak kendilerine çeki düzen verip bu belaları başlarına çeken günahlarından dolayı Allah’dan af dileyerek doğru bir yola girmekti. Ama şeytan da karşı cepheden saldırdı. Bu nasıl bir tanrı, tanrı iyidir diyorduk ama birçok insan öldü, çoluk çocuk demeden insanları katletti, kötülüğün yaratılmasını Allah istedi fikirlerini insanların arasında yaydı.
KÖTÜLÜĞE NEDEN MÜSAADE EDİLİR.
“Tanrı, kötülüğü önlemek istiyor da önleyemiyor mu? O hâlde o güçsüzdür. Gücü yetiyor da istemiyor mu? O zaman art niyetlidir. Hem gücü yetiyor hem de önlemek istiyor ise kötülük nereden geliyor?” gibi sorularla dini inançlarını sorguladılar.
Bu yönüyle de kötülük problemi, ateistlerin, Tanrı inancına karşı en önemli itirazları, en çok güvendikleri ve kullandıkları bir tez olmuştur. Onlara göre, yeryüzündeki bir takım tabii afetler ve hikmetini kavrayamadıkları bir takım varlık ve olaylar, ateizmin kanıtıdır.
Haeckel de dâhil evrimciler, evrende yaratıcı olmadığını, dolayısıyla yaratılış değil bir evrim sürecinin söz konusu olduğunu kanıtlamak üzere çeşitli varlıklarda işlevsizlikler görüldüğünü ileri sürerler.
Bütün kötülüklere rağmen en iyi hep tanrıdır inancı Avrupa’da yara aldı. Yaşanan felaket sonrası Voltaire, en iyi tanrı inancı fikrini absürt olarak gördüğünü açıklamıştır.
Deprem sonrası olayı farklı bir biçimde açıklamaya çalışan filozof Immanuel Kant'dı. Felaketten kısa bir süre sonra depremle alakalı mümkün olan tüm bilgileri toplayan Kant, konuya ilişkin bir metin yayınladı. Metinde dikkati çeken ise, onun olayları dini sebeplerle açıklama kaygısından uzak, bilimsel bir temele oturtma girişimidir. Bugün Kant'ın depremlerin oluşumuna yönelik iddialarının yanlış olduğu bilinse de, bu çeşit bir açıklama girişimi depremleri doğal sebeplere bağlamak yönündeki ilk girişimdir. Kant bu çalışmalarında, depremlerin tanrı tarafından gönderilen cezalar olduğu yönündeki inanışların batıl olduğunu anlatmaya çalışmıştır.
LİZBON DEPREMİ SONUCU OLARAK
- Bu depremle beraber tanrı inancı Avrupa da yok olmaya başlamıştır.
- Tanrı yok ve ortada da bir bela var ise bu deprem neden oldu? Sorusuna cevap aramaya başladılar. Bu süreçte Evrimciler de evrende gayeliliğin olmadığını, dolayısıyla yaratılış değil bir evrim sürecinin söz konusu olduğunu kanıtlamaya çalışır. Bunun için de çeşitli varlıklarda işlevsizlikler görüldüğünü ileri sürerler. Önce, evrende zararlı hayvanlar ve bitkilerin bulunduğu; büsbütün zararsız ve belki de çok faydalı bazı hayvanların da bazen korunmasız kaldığını göstermeye koyulurlar. Böylece tüm meselelerin sadece bilimle açıklanacağı inancı da var olmaya başladı. Evrimci düşüncede hayatın anlamı ve gayesi de hayatta kalma mücadelesine indirgenir. Bu fikir dünyaya bir şekilde yayılmaya başladı.
Bu fikirler Avrupa düşünce tarihini kökten değiştirdi. Eğer depremler tanrı tarafından gönderilen cezalar değilseler, onları araştırmak, incelemek ve hatta anlamak mümkün olabilirdi. Bu nedenle Lizbon depreminin araştırılması girişimi yer bilimlerinin doğuşu olarak kabul edilebilir.
BELALAR BİLİMSELDİR FİKRİ
Başa gelen belalar artık tanrıdan gelmeyen bir şekilde bilimsel bir yolla açıklanabilir. Aslında tabiatı da kontrol eden bir bilim vardır denilmeye başlanmıştır. Ozon tabakası da delinse, iklim de karışsa, virüs de çıksa korkulacak bir şey yoktur. Yeter ki bilime sığınalım her belaya bir çare bulunur diye bir zihniyet oluşturulmuştur.
Bu oluşturulan deist zihniyet (ya da kantçı zihniyet de diyebiliriz) ile bugün Müslüman insanlar içinde dahi bilimsel tedbir ve söylemlerin zaman zaman yaratıcı Allah etkeninin önüne geçecek bir anlayışa ulaştığını görmekteyiz.
Bakın bir korona virüsü ile karşı karşıyayız ama Müslümanlar kolonya ve maskeye daldıkları kadar mesele hakkında yaratıcı olan Allah’tan af dileme gayretine girmiyor. Meselelerimizde Allah’a dönücü olmayı terk ettik. Belki de Kemal Atatürk’ün gökten indiği zannedilen dogmaların değil prensiplerin ve bilimin yolunu tercih edeceğiz cümlesi de o zaman ki modern verilerden oluşan kantçı düşünce şeklinin bizim üzerimizdeki bir fikri tezahürü olabilir. Kantçı bakış açısı Lizbon depreminden sonra bütün Dünya’yı etkileyen bir fikir oldu.
İlerleyen günlerde Allah bu belayı kaldırsa ya da şifayı bir kişinin gönlüne düşürüp aşısını buldursa aşı bulunduktan sonra iyice rehavete kapılan Müslümanlar bile Allah korusun bütün meselelere bilimsel gözle bakan insanlar olmaya başlayacaklardır.
İSLAM ÂLİMLERİ MESELEYE NASIL BAKAR?
Hıristiyan teolog ve Filozof olan St. Thomas Augustine (öl. 430) göre kötülüğün kendinden bir varlığı yoktur. Aksine o, iyiliğin yokluğundan ibarettir. Onlar, Ahd-i Atik, Tekvin 3:14-24’ten ilham alarak insanların günah işlediklerinde kötülüğün Dünya’ya girdiğini, yani, onlar en yüksek iyilikten uzaklaştıklarında Allah’ın da en iyiden daha düşük ve az olanı seçtiği görüşündedirler. Aslî günah, kaçınılmaz olarak ölüm, acı ve daha fazla kötülükle hayatın eksilmesini hızlandıran günahın sürmesine neden oldu. Dolayısıyla, kötülük Allah tarafından istenmedi, Tanrı yalnızca insanların kötülüğü seçmelerine ve kötülüğün onlar için var olmasına izin verdi. İlahî buyruklardan ayrılan yeryüzü devleti de insanların günahlarının sonucudur (Augustinus, 1961, 159, 161 vd.).
Meşşâî felsefeye (Müslüman filozoflara) göre de kötülük, iyiliğin eksikliği, dolayısıyla yokluk türünden olduğundan yaratmaya konu değildir. Dolayısıyla kötülüğün failinin Allah olduğundan söz etmek abestir. (Özdemir, 2013, 561.)
İbn Sina’ın kötülüğün ademî (yokluksal) oluşu da sudur ve feyz anlayışın gereğidir. Çünkü kötülük, iyiliğin eksikliği olmaktan ibaret değilse aksine varlık alanına kötülük olarak çıkmış ise o zaman ilahî zattan kötülük sudur etmiş olur. Bu da ilahî zata kötülük izafe etmek anlamına gelir ki bu yanlıştır.
KÖTÜLÜK GÖRECELİDİR DİYENLER
Bazı âlimler kötü şeyleri kötü olarak görmezler:
“Olur ki, bir şey sizin için hayırlı iken, siz onu hoş görmezsiniz. Yine olur ki, bir şey sizin için kötü iken, siz onu seversiniz. Allah bilir, siz bilmezsiniz …” (2/Bakara, 216.)
Çevremizde kötü olarak nitelendirilen olgu ve oluşların kötülüğü, çoğu kez onların çok farklı yönlerinden biridir ve aslında görecelidir. Onların başka bir açıdan kötü olmadığı ya da bir iyiliğin gerçekleşmesine hizmet ettiği görülür. Örneğin, bazı insanlar yılan ve akrep gibi canlıları tiksindirici ve varlıklarını da kötü bulurken onları ibret ve hikmet nazarıyla yaratılış harikaları olarak inceleyenler için durum değişmektedir. Ayrıca bu canlılardan ilaçlar elde edilmektedir. Öte yandan bu canlılar, insanlara kendi acziyetlerini ve Allah’ın azabını hatırlatır (Kâdî Abdulcebbâr, 1988, 505-507)
Sufilerden İbn Arabî’ye göre de kötülük, izafi bir varlığa sahiptir; iyiliğe göre ortaya çıkar. Tam kötülük yoktur, hiçbir şeyin kendisi kötü değildir. ibn Arabî, ahlakî kötülüklerle ilgili de farklı değerlendirmelerde bulunur. Ona göre küfr ve sapkınlık bile imana ve hidayete bakınca kötü olur. Yoksa kendileri kötü değildir. Kâfirlerde ve fâsıklarda bunların bulunması, doğruluk olur, sapkınlık olmaz. (İmam-ı Rabbânî, 2008, 272.)
Eş’ariyye açısından husn ve kubh, salt ilahî buyruklarla belirlenir. Bir şeyin iyi veya kötü oluşu, şer’î ve sem’î kaynaklardan öğrenilir. Bir şey yalnızca kendisi, türü ve ayrılmaz niteliği itibariyle iyi veya kötü değildir (Cüveyni, 2010, 214.). Allah, bir şeyi yasaklarsa o şey ahlakî anlamda kabih yani kötü olur, yasaklamazsa da o şey hasen yani iyidir (el-Bakıllânî, 1993, 49; el-Bakıllânî, 1407, 97;.). Dolayısıyla Allah’ın insanlara verdiği afet, hastalık, yoksulluk, acı ve üzüntü, Allah’tan geldiği için kötü değildir. Dolayısıyla da ilahî adaletle nasıl bağdaştığını açıklamak gibi bir durum da yoktur. Bu argüman, Allah’ın sorgulanamaz oluşu (21/Enbiyâ, 23.) ve Allah için ahlaki bir zorunluluğun onun mutlak güç ve iradesiyle bağdaşmayacağı noktasından hareket eder. Buna göre Allah’a ait fiiller ve hükümler, Allah’ın mutlak mülkünde mutlak iradesiyle tasarrufu olduğundan, kötü yargısına imkân veren bir değerlendirmeye asla konu olamaz (el-Bakıllanî, 1413/1993, s. 50.).
İYİNİN GERÇEKLEŞMESİNE HİZMET ETME
Kâinattaki her varlık ve her oluş, ya bizzat güzeldir ya da neticeleri bakımından güzeldir. Varlıklar ve oluşların görünürdeki kötülüğü, onların çeşitli görünümlerinden biridir. Bakış açısı değiştiğinde, aslında kötü olmadığı; o şer görüntülerin altında nice hayır örüntüleri olduğu; hikmet parıltıları, rahmet eserleri, kayralar ve güzellikler bulunduğu fark edilir. Evrende göreceli kötülük ve acılar, büyük iyiliklerin ve güzelliklerin gerçekleşmesine vesile olur. Örneğin bedensel acılar, hastalığın işareti ve tehlikenin habercisidir. Ayrıca onlar, tüm varlıkları ilgilendiren muazzam bir düzenin ve tabiat kanunlarının tekil etkileridir. İbn Sina’ya göre evrendeki mevcut kötülük, bu mükemmelliğin var olabilmesi için zorunludur. Bir bakıma iyinin var olabilmesi için kaçınılmaz bir fidye gibidir ve iyiliğe nispetçe çok azdır. Dolayısıyla az kötülük olmasın diye çok iyiliğin terk edilmesi hikmete aykırıdır (Özdemir, 2012, 561
Gazzâlî’ye göre de mevcut her şerrin zımnında mutlaka hayır vardır. Bu şerri kaldırınca onun zımnındaki hayır işlevsiz olur ve onun işlevsizliği daha büyük bir şerdir. Tıpkı kangren olmuş elin kesilmesinin zahiren kötü ama gerçekte bedenin selameti için çok hayırlı oluşu gibi (Gazzâlî, 1431/2010, 64-65.)
Allah’ın varlığı, hikmeti, adaleti ve rahmetini ispatla yakından ilgilidir. İslam âlimlerine göre, Allah’ın fiilleri kesinlikle hikmet, rahmet, maslahat ve adaletin dışına çıkmaz; Allah abes (anlamsız, yararsız, hikmetsiz) ve batıl bir fiilde bulunmaz, zulmetmez. (İbn Kayyım, 1428, 771, 772.) Ancak, bunun ortaya çıkarılması, varlık ve oluşta Allah’ın adalet, hikmet ve rahmetinin tezahürlerinin keşfedilmesi de insanın payına düşen bir hayırdır. Bu nedenle evrende gözlemlenen kötülük ve acının, - hikmetsiz ve adaletsiz olmadığını, - evrende mutlak kötülük bulunmadığını açıklanması kelam ilminde ihmal edilmemesi gereken bir konudur.
İNSANA KENDİ ACİZLİĞİNİ VE GÜCÜN GERÇEK SAHİBİNİ KAVRATMA
Başka bir deyişle insanın yaşadığı kimi mahrumiyetler, musibetler, üzüntüler ve acılar, onun Allah’a yönelmesinin, daha büyük, ebedî bir musibetten kurtulmasının yolunu da açabilir. Dolayısıyla insanların yaşadığı kimi sıkıntıların varlık nedenlerinden biri de insanların ahiret azabını hatırlamalarını, günahlardan uzaklaşmalarını ve kurtuluşa ermelerini sağlamaktır. Bu da gerçekte insanların yararınadır; hayır ve salahtır (el-Hayyât, 1957, 65; Kâdî Abdulcebbâr,1988, 507.)
Hastalıklar ve musibetler, beşerin gafletini dağıtır, uyanışa sevk eder. Ona acziyetini hatırlatıp, kendini bilmesini sağlar. Böylece insan Rabb’ine yönelir, O’na yalvarıp hâlis bir ubudiyet yapar. Bu ubudiyete riyâ giremez, hâlistir. Sabredip musibetin mükafatını düşünse ve şükretse, o vakit her bir saati bir gün ibadet hükmüne geçer. Kısacık ömrü uzun bir ömür olur. (Nursî, 2011, 16.)
DOĞADAKİ DÜZENİN İHLALİNE KARŞILIK OLMA
Evrende doğal kötülükler, insanların “âdetullah, sünnetullah” denen tabiat kanunlarına riayet etmeden hareket etmelerinin sonucudur. Bu konuyla ilgili ayette “İnsanların bizzat kendi işledikleri yüzünden karada ve denizde düzen bozuldu ki Allah, yaptıklarının bir kısmını onlara tattırsın; belki de (tuttukları kötü yoldan) dönerler.” (30/Rûm, 41. Ayrıca bk. 23/ Mü’minûn, 71.) denir. Bu ayetler aynı zamanda günümüzde Dünya üzerindeki yaşam çeşitliliğini tehdit eden çevre sorunlarının önemli bir nedenini de açıklamaktadır.
İnsanın çeşitli canlı türlerinin içinde barındığı doğaya karşı sorumluluğunu göz ardı etmesi en temel sebeplerdendir. Bugün insan, sosyal yaşama büyük bir çeşitlilik katan ancak doğadaki biyolojik çeşitliliğe büyük zarar veren ve insan-dışı canlıların yaşam alışkanlıklarını doğal olmayan biçimde değiştiren teknolojiler üretmiş; üzerinde yaşadığı gezegenin yapısında değişime yol açacak bir sürece girmiştir. Başka insanları ve gelecek nesilleri düşünmeden tabiat üzerinde sorumsuzca tasarrufta bulunmak, zulümdür ve bu zulmün faili insandır. Yoksa Allah, asla zulmetmez.
ACI VE SORUN OLMASA BİLGİ DE OLMAZ
İnsanlar, çoğu kez sahip oldukları maddî veya manevî imkânları, bazı acı ve üzüntü verici olaylar yaşamadıkça iyi değerlendirememektedir. Bazı sorunlar ve ihtiyaçlarla karşılaşarak çözüm arayışına girmedikçe de bilgi ve fikir üretme olanaklarını yeterince kullanmamaktadırlar. Bu bakımdan insanların karşılaştığı sorunlar ve ihtiyaçlar, onu, beşerî âlemin en önemli değerlerinden, maneviyatın temellerinden olan bilgiyi üretmeye sevk etmektedir.
Düşünmenin yokluğuyla da hikmet yok olurdu. Ne zaman seçenekler gider, o zaman farkındalık biter. Âlim için araştırma, tereddüt ve öğrenme, dolayısıyla da ilim olmazdı (el-Câhız, ). Eğer işler, aldanmış ve işlerin sonucunu bilmeyenlerin arzuladığı gibi olsaydı, akıl yürütme batıl olur, ruhlar anlamlarını yitirir, akıllar işlevsiz kalırdı (el-Câhız.) deprem olmasa sağlam bina olmazdı veya virüs ve hastalıklar olmasa Tıp ilmi olmazdı. Bunların hepsi hükümran olan Allah’ın bize öğretmek istediği hikmetler cümlesindendir.
“Aralarında Allah'ın indirdiğiyle hükmet ve onların hevalarına uyma. Allah'ın sana indirdiklerinin bir kısmından seni şaşırtmamaları için onlardan sakın. Şayet yüz çevirirlerse, bil ki, Allah bir kısım günahları nedeniyle onlara bir musibeti tattırmak istemektedir. Şüphesiz, insanların çoğu fasıklardır.” (Maide Suresi, 49. Ayet)
“Allah' ın izni olmaksızın hiçbir musibet (hiç kimseye) isabet etmez. Kim Allah'a iman ederse, onun kalbini hidayete yöneltir. Allah, her şeyi bilendir.” (Tegabün Suresi, 11. Ayet)
“Size isabet eden her musibet, (ancak) ellerinizin kazandığı dolayısıyladır. (Allah,) Çoğunu da affeder.” (Şura Suresi, 30. Ayet)
Korona virüsün çıkması bizim hatalarımızın bir sonucuydu ve bu virüsle beraber aslında insanlık nerelerde hata yaptıklarını da görmeye başladılar.
Musibetler kaçılacak veya göz ardı edilecek ya da sadece bilimle veya tabiatla ifade edilebilecek kadar basit meseleler değildir. İlahi hikmetleri içerisinde barındıran bize bir bakış açısı sunan imtihanlardır.
Şahsım adına görebildiğim bazı meseleler:
- ÖLÜMÜMÜZ VE SEVDİKLERİMİZİN ÖLÜMÜ ÇOK UZAK DEĞİLDİR.
Ölüm çok gerçek bir şeydir. Müslüman ölümü göze alabilmelidir zira mutlaka öleceği bir hayat yaşamaktadır. Hatta yakınlarının ölme ihtimalini gözlemlemesi de onu çaresizlikten, batıl meselelere tevessül etmekten ziyade Salih amellere doğru bir bilince iletir.
- ASIL HEDEF ISLAH OLMAKTIR.
Musibetlerin de bir eceli vardır eceli tamamlanınca kalkmış olur ama bitmiş olmaz şayet hallerimizi ıslah etmez isek bu belki de bir dahaki sefere daha kuvvetli bir şekilde gelebilir. Islah olmuş halimizi korumaya ve aslında Dünya diye koşturduğumuz şeyin çok da kıymetli bir şey olmadığını idrak etmemiz gerekir.
- DÜNYA HAYATI GEÇİCİ BİR EĞLENCEDİR.
Malın mülkün çapını gördük Allah’tan tek talep edilecek şey “Rabbimiz! Bizleri Müslüman olarak öldür ve Salihlerin arasına kat demek olacaktır. Peygamber efendimizi de ateş bastı bayıldı sonra tekrar ayıldı tekrar ateş bastı bunlar Dünya’nın halleridir. Hiçbir şey cehennem azabından daha kötü değildir. En güzel aşı ölüm korkusunu yenmek ve Salihlerden olmak için çaba sarf etmektir.
- BİLİM DENİLEN TESBİTLER ALLAH’SIZ DÜŞÜNÜLEMEZ.
Bilim denilen şeyi Allah’sız düşünemeyiz. Her şey bir yaratmadır. Meseleyi Allah’sız düşünmek, nasıl olsa bir çözüm bulunur demek sadece bizim azgınlıklarımızı artırır. Musibet geçer geçmez de eski hayatımıza dönmüş oluruz. Bilime daha çok iman eden ve azgınlıklarına kaldığı yerden devam eden bir toplumu musibetler ıslah etmiyor ise hastalık geçmemiş, depremler bitmemiş ve meseleye çözüm bulunamamıştır. Aslında Dünya çapında olan musibetler de yaklaşan kıyamet için genel bir ifade tarzı olabilir.
Yani asıl mesele korona değil koronadan sonrasıdır. Kalan hayatımızı; Ahiret yurdunu, ölümü, hesap vermeyi, cenneti cehennemi hesaba katarak mı yaşayacağız yoksa bilim bir çözüm bulur başka hastalıklar da çıkar onlar da çözülür deyip hayata kaldığını zannettiğimiz yerden mi devam edeceğiz.