Günlük hayatın kısır döngüsüne girmiş günümüz insanın, kaygılanması için öyle çok neden var ki. Kendimize ve çevremize ilişkin kaygılardan tutun, dünyanın gidişine ilişkin kaygılar yakamızı hiç bırakmıyor. Kısa vadede yaşayan toplumda uzun vadeli ilişkiler ve amaçlar, kaygının kuşatmasını arttırıyor.
Psikolojik olduğu kadar sosyolojik bir olgudur kaygı. Artan istikrarsızlıklar ve güven bunalımı kaygılarımızı besleyen birer şah damar oluyor. Bu tür zamanlarda bireyler gelecek için her türlü felaketi tasavvur edebilir hale geliyor. Çaresizlik ve önemsizlikle beraber, kişilerin yaşam tarzının , zamanımızın kabul edilmiş davranış kalıplarıyla çatışması sonucunda sayısız kaygı ortaya çıkabiliyor.
Hepimiz kaygılı tipler olduk, değil mi? 'Yok ben iç kaygılı değilim' diyenler ise, kaygılarını beyninizin içinde bir köşede bulacaktır.
Sürekli değişen dinamik bir çağda amaç, elbette kaygısız yaşamak değil, kaygıyı tamamen ortadan kaldırmak hiç değil . Ona yenik düşmeden, belli bir kıvamda tutup kendi yararımız için kullanabilmek. Bu ölçüdeki kaygı da zaten, canlılar için normal ve işlevsel bir duygu, hayatın tuzu biberi.
Bu çağda kaygısızlık, zihin kilitlenmesinin en bariz belirtisi. ''Nefes aldığımız her an kaygı bizim için vardır. Nasıl ki sürekli oksijenle temas ediyoruz ama sürekli bunu hissetmiyoruz, kaygı da vardığını bu şekilde sürdürüyor bizim için. Çünkü hep bir bilinmezlik hep kararsızlık, hep en karlı olanı seçme telaşı var bizim için. Bu yüzden ondan kurtulmak, birçok filozofa göre, insanın canlılığını yitirmesi olur.'' diyor Gökhan Özcan
Buna karşın sürekli ve aşırı kaygılanmaya odaklı bir hayat, kaygan bir zeminde sürekli yürümeye çalışmak gibi. Sürekli beklemek düşmeyi , ya da bir gün düşerde kalkamazsam sancısı. Her adımda bir korku, her adımda bir ''ya olursa'' sorusu.
''Bunu alamaz isem'', ''şuraya yetişemezsem'', '' ya kala kalırsa her şeyin tadı damağımızda'' tarzında kaygılar, en olmadık anlarda kemiriverir beynimizin, hissiyatımızın ve insanlığımızın en tenha, en güzide yerlerini.
Oysa ki, bundan yüz elli yıl sonra hepimiz ailemiz , akrabalarımız ve arkadaşlarımızla beraber ölmüş ve gömüşmüş olacağız. İnşa etmek için onca uğraş verdiğimiz evlerimizde belki de yabancılar yaşayacak. Bugün yıllarca tasarruf ederek sahip olduğumuz her şeye başkaları sahip olacak. Kullanmaya kıyamadığımız çoğu eşya hediye edilecek.
Torunlarımız nasıl biri olduğumuzu bırakın, kim olduğumuzu bile belki bilmeyecek. Öldükten sonra en fazla birkaç yıl daha sık sık hatırlanıp, ardından seyrekleşecek hatra gelmelerimiz, unutulacağız.
Birilerinin duvarında bir portre olarak ya da albümler arasında soluklaşan bir fotoğrafta kalacak figürümüz. Yüz yıl sonra ise isimlerimiz ve eylemlerimiz bile unutularak hatıra bile olamayacak hale geleceğiz.
Bu düşünceleri günde beş dakika bile olsa tefekkür edebilsek, aklımızı tüketen kaygıların çoğunun un ufak olduğunu göreceğiz. O an, kaygı kuşatmasının zincirleri de kırılmaya başlayacak, kaygan zemindeki kaygısız hareketler ,alkışlanır hale gelecektir.