Toplum olarak , her geçen gün artan değerler erozyonu yaşıyoruz. Olumlu hallerin sakin, olumsuzların gürültülü ve bağırgan olduğu bir dönemdeyiz. Varken ve her şey süt limanken farkında olmadığımız nicelerin değerini, en ufak pürüzde veryansınla fark edebiliyoruz. Her şeyin her daim iyi devam etmesi diye bir ütopya yok.
Varlığı hep yanı başımızda olana, her istediğimizde ulaşabildiğimize karşı körleşiyoruz. Ölü muamelesi yapıyor ve sıradanlaştırıyoruz.
Hep bir sonrakini istemenin sarhoşuyuz. Canlı cansız her şeyi cepte biliyoruz. Ta ki o cep bir gün delinene kadar.
Toplumsal bir röntgenimiz çekilse görülecektir ki , var olanın kıymetini ,yokluğu ile baş başa kalmadan anlayamıyoruz. Yoksun kaldığımızda fark ediyoruz varın değerini. ''Hayatının öznesini kaybedince, devrik olur tüm cümlelerin'' diyor Sezai Karakoç.
Kimileri kaybedince değerini biliyor. Kimileriyse değer verdiği için kaybediyor. Bu süreç keşkelerin istasyonunda son buluyor.
Hayatta iken kıymeti bilinmeyen niceleri için, ölümünden sonra dillerden dökülüyor dramatik cümleler ve yürek hoplatan methiyeler. Sanki insanın kalitesinin tescillenmesi için ölmesini bekliyoruz.
Kaybedince değerini anlamak, insanoğlu için yaşamın en acı ama en önemli derslerinden biri. Buna rağmen kaybetme içgüdüsü, hipnotize olmuş gibi son merhalede akla geliyor.
Var olanların baharı, ancak ayaz vurunca fark ediliyor. Yarına bıraktığımız şeyleri, yarın yerinde bulamayacağımızın şuursuzluğu ile yaşıyoruz. Nasıl oluyorsa oluyor, kaybettiklerimiz, sahip olduklarımızın ve olmak istediklerimizin önüne geçiyor durmadan.
''Üşümek iyidir'' diyor bir Zen bilgesi. Sıcaklığın kıymetini bilmeyi, sarıp sarmalamadığımız tenimizi hatırlatıyor bize.
Bedelini ödemeden , kıymetini bilmiyor gibiyiz. Ölümün soğukluğu yüzümüze bir tokat gibi çarpınca anlıyoruz hayatın bize kattıklarını. Suyun içine dalıp birkaç saniye nefessiz kaldığımızda anlıyoruz , yıllardır düşünmeden alıp verdiğimiz nefesin önemini.
Dostluğun bize neler kattığını fark edebilmek için , düşmanlıkla karşılaşmayı bekliyoruz sanki. Hastalık gelmeden sağlığın, meşguliyet gelmeden boş vaktin ve ölüm gelmeden hayatın kıymetini bilmiyoruz. Şükürsüzlük ile şuursuzluk arsında gidip geliyoruz.
Sorunsuzca alınan nice hizmet, ancak rutin bozulup ta sorun oluştuğunda fark ediliyor.. Masanın ayağının altında duran katlanmış basit bir karton parçasının değerini, masa sallanmaya başladığında anlıyoruz. Her an saat gibi tiktak diyerek çalışan kalbimizin verdiği taktik'i idrak edemiyoruz.
Varlığına alıştığımız, cepte bildiğimiz ve hiç gitmeyecek gibi gördüğümüz ne varsa üzerine titremiyor ve kıymet vermiyoruz. Üstelik en iyisine odaklanıp, iyisini kaçırıyoruz.
Beyin elde etme değil elde etme sürecinden zevk alır. Bir şeyi elde edince artık zevk alamamaya başlar ve yeni arayışlar içine girer. Bu süreç, yavaş yavaş eski varlığın elde etme sürecini unutturur. Bu yüzden insan, yapı olarak az ile yetinen bir varlık değil.
Cüzdanımızdaki son 20 liranın çok fazla bir değeri yoktur fakat kaybettiğimizi anladığımız anda 100 liraya değerdir. Bu hissi yaşamadan fark edemiyoruz. Nedenler ve niçinler, takılmış bir plak gibi beynimizin içinde dönüp durmaya başladığında, yavaş yavaş anlamaya başlıyoruz eldekilerin değerini.
Bir şeye layık olmaktan önce sahip olmayı tercih ediyoruz hep. Devamlı bir sonrakinin beklentisi içinde olduğumuzdan, hayatın bize vermek istediklerini alamıyoruz. Oysa hayatın ne getireceği belli değil, tabii ki ne zaman ne götüreceği de !